31 Mart 2016 Perşembe

Mikroskobik Canlılar Nasıl ürerler?

Bakteri dünyası, canlı çeşitliliğine, neredeyse sonsuz denilebilecek bir oranda katkıda bulunuyor. Her gün yeni türler keşfediliyor ve birbirinin aynı olduğu düşünülen bakterilerin bile metabolizmaları incelendiğinde, aslında farklı türler oldukları ortaya çıkıyor. Bakteriler, yeryüzünde yaşamın sürekliliği için çok önemli birçok biyokimyasal olayın gerçekleşmesini sağlıyor. Kısacası, yaşamın temelindeki kimyasal olayların gerçekleşmesini bakterilere borçluyuz. Tek olumsuz yönleri bazılarının hastalıklara yol açmaları; ancak, doğanın dengesinin korunması açısından düşünürsek hastalık yapıcı bakterilerin bile yararlı olduğu öne sürülebilir. Dünya atmosferi için oksijen kaynağı olan fotosentez olayını bitkilerin yanında fotosentetik bakterilerin de gerçekleştirdiğini bilmek çok etkileyici. Büyük bir üretim zenginliği ve tür çeşitliliği olan bu görünmeyen kimyacılar, yani bakteriler bu yönleriyle bilime ve teknolojiye önemli olanaklar sunuyor.
İYİ yapılmış bir turşuyu yemenin keyfine doyulmaz, ama turşuyu tutturması zordur. Su, tuz, sirke, şeker, limon gerekir ve bunların birbirine oranları da turşunun kalitesini belirler. Turşu yapmanın amacı, asitli bir ortam sağlayarak meyve ve sebzeleri korumaktır. Tuz ve sirke, ortamda çürükçül bakterilerin ve küflerin çoğalmasına engel olur. Tuzu az konulursa meyve ve sebzeler çürümeye neden olan bakterilerin ortamda çoğalması nedeniyle bozulur; turşu amacına ulaşamaz. Sebze ve meyvelerin zevkle yenilen turşulara dönüşmesini ise sirkede doğal olarak bulunan bakteriler sağlar. Turşu yapımı, besin saklanması ve üretiminde bakteri kullanımının yalnızca bir örneği. Turşu yaparken fermantasyon ürünü asetik asit olan Acetobacter bakterilerine oksijensiz bir yaşama ortamı sağlamak için, kavanozun kapağını hava almayacak şekilde kapatmak gerekir. Kavanozun içinde oksijen kalması, turşunun niteliğini bozduğu için istenmeyen bakteri ve küf mantarlarının çoğalmasına yardım eder. Turşunun sonbaharda yapılmasının da bir anlamı var. Sonbaharda sebze-meyve bolluğunun olması ve bunların kışın da yenebilecek bir şekilde saklanmasının amaçlanması bir yana, hava sıcaklığının ne çok sıcak ne de çok soğuk olması da önemli. Çünkü bakterilerin yaşayabildiği ve çoğalabildiği belirli sıcaklık sınırları var. Aynı durum yoğurt ve peynir gibi diğer besinlerin yapımı sırasında da önemli. Bu besinlerin yapımını da bakteriler sağlıyor. Laktik asit bakterileri adı verilen bu bakteri grubu, oksijensiz solunum yani fermentasyon yoluyla şekeri kullanarak laktik asit açığa çıkarıyor. Bakterilerin belirli sıcaklık aralıklarında yaşayabilmesinin nedeni ise enzimleri. Enzimler protein yapısında olduğundan, işlevlerini ancak belirli sıcaklıklarda gerçekleştirebiliyorlar. Bakterilerin yaşayabildikleri ve çoğalmalarını gerçekleştirebildikleri sıcaklık sınırları türden türe farklılık gösteriyor ve bakterilerin inanılmaz çeşitliliği bu noktada birçok yönünü ortaya koyuyor. Buzullarda çok düşük sıcaklıkta da sıcak su kaynaklarının dayanılmaz sıcaklığında da yaşayabilenler var. Bunun dışında, tuz ya da asit oranı çok yüksek ortamlarda yaşayabilen binlerce tür bulunuyor.

Mikrobiyolojiye giriş niteliğinde bir derse yeni başlamış olan öğrencilere ilk öğretilen şeylerden biri bakterilerin doğada her yerde bulunduğudur. Örneğin, evinizin bahçesindeki toprakta milyonlarca tür ve milyarlarca birey bulunabilir. İlk laboratuvar uygulamasında çeşitli ortamlardan alınan örneklerden hazırlanan kültürlerdeki mikroorganizma üremeleri gözlenir ve öğrencileri şaşkına çevirir. Bunların birçoğu zararsızdır ve ekolojik dengenin sürmesinde önemli işlevleri vardır. Bazıları ise insan ve hayvanlar için hastalık etmenidir. Vücudun çeşitli bölümlerinde enfeksiyona neden olabilirler. Hastalık etmeni bakterilerin bazıları besinlerin hazırlanması ya da saklanması sırasında temizlik koşullarına uyulmadığında, besinlere bulaşır, bunların içinde çoğalır ve toksin (zehir niteliğindeki bileşikler) üretirler bu besinler insanlar tarafından tüketildiğinde, sonucunda "besin zehirlenmesi" denilen duruma neden olabilirler. Hastalık etmeni olan bakterilerden korunmanın yolları aşılamalara ve temizlik kurallarına özen göstermekten geçer.


Makroskobik Dünyanın Mikroskobik Canlıları

Bakterilerle ilgilenmeye yeni başlayan biri için onların dünyasını keşfetmek, yeni bir gezegen keşfetmeye benzer. Dünyanın en küçük canlılarından olan bakteriler, gezegendeki doğal ekolojik sistemlerin işleyişinde çok önemli bir yere sahiptir. Besin, mineral ve enerji döngülerinde "kimyacı" gibi işlev gören bakteriler, canlılar arasındaki ilişkilerde etkin bir rol oynar. Bu yüzden, bakteriler canlılıkla ilgili süreçlerin anlaşılmasına yardım ederler.
Yaklaşık 3,5 milyar yıl önce, yaşayan ilk hücreler olarak ortaya çıktıkları belirlenen bakteriler en basit yapılı canlılar olmalarının yanında, dünya yüzeyinde belirli bir canlı grubuna ait en büyük kütleyi oluştururlar.

Bakteriler, canlılar aleminde "Prokaryotlar" olarak adlandırılıyorlar. Bitkilerin ve hayvanların yaşamsal işlevlerinin birçoğu, bu prokaryotik hücrelerin etkinliklerine bağlı olarak gerçekleşir. Atmosferdeki oksijenin yarısından fazlasını fotosentez yapan Cyanobacteria adı verilen gruba ait bakteriler üretir. Bu bakteriler önemli bir miktarda karbon dioksit ve azot gazlarının organik bileşik olarak bağlanmasına da yardım ederler. Atmosferle yer ve canlılar arasındaki azot döngüsünde, havadaki serbest azotun canlılar tarafından bağlanmasına yönelik tek mekanizma, baklagillerin köklerinde özel yumrucuklar içinde yaşayan, yumrucuk bakterileri ya da cins adı Rhizobium olan bakteriler tarafından sağlanıyor. Bakterilerin, baklagillerle olduğu gibi başka canlılarla da simbiyotik (ortak yaşam biçiminde) ilişkileri var. Bu ilişkilerde karşılıklı yararlanmalar söz konusu. Örneğin, bazı böceklerde yavruların cinsiyetini, simbiyotik ilişki içinde olduğu bakteriler belirliyor. Geviş getiren hayvanlarda ise, sindirimi oldukça zor olan selüloz, bağırsaklarda yaşayan bakteriler tarafından parçalanıyor. Hastalık yapan bakterilerin konaklarıyla olan ilişkisi ise asalaklık biçiminde (parazitik) bir yaşam olarak değerlendirilebilir. Toprakta yaşayan bakteriler de toprakların verimliliğine katkıda bulunur. Çürükçüller (saprofitler) adı verilen bu bakteriler ölmüş canlıları parçalayarak, onların proteinlerinde bağlı olarak bulunan azotun ve diğer minerallerin toprağa geçmesini ve yeniden azot döngüsüne katılmasını sağlar. Bakteriler azot ve oksijen döngülerine katıldıkları gibi, karbon ve kükürt döngülerine de etkin olarak katılırlar.

Bakteriler, yaklaşık 1 mikrometre çapında olup, hücre zarından ve DNA ipliğinden başka farklılaşmış yapı içermezler, hücrenin içi ise metabolik tepkimeleri sürdüren enzimler, küçük organik bileşikler ve inorganik iyonlarla doludur. Boyutlarının ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük olmasına bağlı olarak, onların Dünya'daki en yaygın yaşam formları olduklarını ve en büyük canlı grubu kütlesini oluşturduklarını görsel olarak hissetmek pek zordur. 4,5 milyar yaşındaki Dünya'da yaklaşık 2 milyar yıl kadar tek canlı grubu olarak yaşadıkları düşünülen bakterilerin en eski örnekleri olduğu kabul edilen fosiller Batı Avustralya'da bulunmuştu ve yaklaşık 3,5 milyar yıl önce yaşamışlardı. Bu fosil örneklerinin yapısından ve içinde bulundukları kayaların özelliklerinden fotosentez yapan bakterilerin en az 3 milyar yıl önce var oldukları belirlendi. Evrim sırasında oksijen üreten fotosentetik bakteriler gibi canlı formlarından sonra, oksijen kullanan yaşam formlarının ortaya çıktığı ve diğer canlı türlerinin de böylece oluştuğu düşünülüyor. Bu açıdan, bakteriler, canlılığın başlangıcında da etkin bir role sahip görünüyor.

Bakteriler, yapı bakımından birbirine çok benzer gruplar altında ele alınırlar. Bu yüzden bakteriyologlar, bakterileri görünüşlerine göre değil, biyokimyasal özelliklerine göre değerlendirirler. Asit ya da metan üretenleri, oksijeni ve kükürtü indirgeyenleri olabilir. Enerjisini çok çeşitli kimyasal kaynaklardan elde edenleri bulunabilir; ancak, çoğu bakteri çevredeki fiziksel ve kimyasal koşullar uygun olmadıkça büyüyüp gelişemez. Son yüzyıl içinde Robert Koch'un öncü çalışmalarıyla varlıkları belirlenen bakterilerin, bugüne kadar 5 000 türü tanımlanmış ve bunun daha buzdağının tepesi olduğu düşünülüyor. Buzdağının alt kısımlarında ise birçok hayvanın sindirim organlarında, derin deniz ve yer katmanlarında yaşayan türler var. Türlerin, özellikle de görünüş olarak birbirine çok benzeyenlerin nasıl ayırt edildiğine gelince, bunda da genler kullanılıyor. Türleri birbirinden ayırmak için 16S ribozomRNA'sını kodlayan gen incelenir. Bu gen her organizmada var; ancak, evrimsel anlamda öyle yavaş değişim geçiriyor ki, nükleotid dizilişi bir türün tüm bireylerinde tamamen aynı olabiliyor. Bu da türler arası farklılıkları ortaya koymaya yarıyor. Yine de araştırmacılar 16SRNA geni üzerindeki çalışmaların, gerçek çeşitliliğin daha azına ışık tutacağını düşünüyorlar. Çeşitlilik üzerine yapılan çalışmalarda, ribozom RNA'sı yönünden bakınca, köpek ve insanın aynı organizmaymış gibi görülebileceği de araştırmacıları düşündüren konular arasında. Tür çeşitliliğinin diğer canlılarda olduğu gibi bir de biyokimyasal yönü var. Bakterilerin biyokimyasal işleyişleri ise, ancak laboratuvarlarda saf kültürler üzerinde izlenebiliyor. Biyokimyasal ve ekolojik bilgileri yalnızca gen dizilişlerini inceleyerek elde etmek pek olası değil. Bir türün tüm tipik özelliklerinin belirlenmesi laboratuvar çalışmalarını da gerekli kılıyor. Bakterilerin bu tür çeşitliliğinin nereden geldiği düşünülebilir. Hızlı çoğalmaları, hareketli olmaları, yaygınlıkları ve kalıtsal yapılarının mutasyonlar (DNA yapısında oluşan ani ve kalıtsal değişiklikler) nedeniyle kolaylıkla değişebilir olması onların dış koşullarda oluşan değişikliklere kolaylıkla uyum sağlayabilmelerine olanak sağlıyor. Haploid yapıda olmaları, yani DNA'larının tek zincirli olması nedeniyle, mutasyonların oluşturduğu değişiklikler diğer nesillere kolaylıkla aktarılabiliyor. Çoğalmaları da çok kısa sürede gerçekleştiğinden, yeni türlerin ortaya çıkması da büyük bir zaman almıyor olsa gerek. Bakterilerde çoğalma ikiye bölünme ile gerçekleşiyor. İnsanda bağırsaklarda doğal olarak yaşayan bir bakteri türü olan Escherichia coli üzerinde yapılan çalışmalarda E. coli'nin 20 dakikada bir ikiye bölündüğü belirlenmiş. Neyse ki bir çok bakteri hemen ölüyor. Böyle olmasaydı, E. coli hücrelerinin 20 dakikada bir durmadan bölündüklerinde tüm dünyayı kaplayacak hacime 43 saatte ulaşacakları hesaplanmış. Hatta iki saat daha geçtiğinde 6,6 x 1020 tona ulaşarak Dünya'yla yaklaşık olarak aynı ağırlığa geleceği de düşünülmüş. Çoğu bakteri hücresi öldüğünden bu duruma gelinmiyor; çünkü, besin için aralarında büyük bir yarış var ve diğer bazı organizmaların (küf mantarı ve bazı bakteriler gibi) ürettiği doğal antibiyotikler de onları öldürüyor. Evet, bakteriler aynı zamanda diğer bakterileri öldüren antibiyotikler üretiyorlar. Hatta vitamin sentezi yapanlar da var. İlaç endüstrisinde, bu bakterilerin saf kültürlerinin antibiyotik üretmesi sağlanıyor ve sentetik olmayan antibiyotikler çoğunlukla bu yolla elde ediliyor. Antibiyotiklerden başka, aşılar ve tıbbi açıdan yararlı bazı enzimler de bakteriler tarafından üretiliyor. Antibiyotiklerin çoğunu toprakta yaşayan bakteriler üretiyor. Streptomyces'ler gibi, Actinomycetes grubuna ait olan bakteriler, tetrasiklin, eritromisin, streptomisin, rifamisin ve ivermektin gibi antibiyotikleri üretiyorlar. Bacillus türleri basitrasin ve polimiksin üretiyor. Difteri, boğmaca, tetanoz, tifo ve kolera gibi hastalıkların aşıları da bakterilerden elde ediliyor

Kuran’da Kıyamet Alametleri

Kıyamet Saati Yakındır

İnsanların büyük bir bölümü kıyamet günü hakkında bilgi sahibidir. Hemen hemen herkes kıyamet saatinin dehşetinden az veya çok haberdardır. Buna rağmen, insanların büyük çoğunluğunun böylesine hayati bir konuda gösterdikleri ortak bir tepki vardır; kıyamet üzerine düşünmek veya konuşmak istemezler. Kıyamet saati geldiğinde yaşanacak korkuyu akıllarına getirmemek için yoğun bir çaba sarf ederler. Gazetede okudukları bir afet haberinin veya bir felaketi gösteren bir filmin kendilerine kıyameti hatırlatmasına dahi tahammül edemezler. Bu günün mutlaka karşılaşılacak olan büyük bir gerçek olduğunu düşünmekten kaçınırlar. Bu konudan bahseden kişileri dinlemek, bu büyük günü anlatan yazıları okumak istemezler. Bunlar, kıyamet gerçeğinin neden olduğu korkudan kaçmak amacıyla geliştirdikleri yöntemlerden bazılarıdır.
Çoğu insan da kıyamet saatinin gerçekleşeceğine ciddi anlamda ihtimal vermez. Bunun bir örneğini Kehf Suresi’nde sözleri haber verilen zengin bağ sahibinin ifadelerinde de görmekteyiz:
Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım. (Kehf Suresi, 36)
Bu ifadelerde Allah’a inandığını söyleyen, fakat kıyamet gerçeğini düşünmeyen, üstelik ayetlere uygun olmayan iddialar ileri sürenlerin gerçek zihniyetleri gözler önüne serilmektedir.
Başka bir ayette de kıyamet saati ile ilgili olarak kuşkuya kapılan, şüpheye düşen inkarcılardan Allah şöyle söz eder:
“Gerçekten Allah’ın vaadi haktır, kıyamet-saatinde hiçbir kuşku yoktur.” denildiği zaman siz: “kıyamet-saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zanda (ve tahmin) bulunup zannediyoruz; biz kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz.” demiştiniz. (Casiye Suresi, 32)
Bir kısım insanlar da kıyamet saatini bütünüyle inkar ederler. Böyle bir tavır gösterenleri ise Allah Kuran’da şöyle bildirmiştir:
Hayır, onlar kıyamet-saatini yalanladılar; Biz kıyamet-saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Furkan Suresi, 11)
Gerçeği öğrenmek amacıyla, bizlere yol gösterecek kaynağımız olan Kuran’a ve hadislere baktığımızda apaçık bir gerçekle karşılaşırız. Kıyamet hakkında kendini kandıran insanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. Çünkü Allah ayetlerinde, kıyamet saatinin yakın olduğunu ve bu konuda hiçbir şüpheye yer olmadığını haber vermektedir:
Gerçek şu ki kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur… (Hac Suresi, 7)
Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o kıyamet-saati de yaklaşarak-gelmektedir… (Hicr Suresi, 85)
Şüphesiz kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, bunda hiçbir kuşku yok… (Mümin Suresi, 59)
Allah’ın Kuran’da kıyametle ilgili bildirdiği ayetlerin üzerinden 1400 sene kadar uzun süre geçtiğini, bu sürenin de bir insanın hayatına kıyasla uzun olduğunu düşünenler olabilir. Ancak burada söz konusu olan, Dünya’nın, Güneş’in, yıldızların, kısacası tüm kainatın sonudur. Evrenin milyarlarca senelik geçmişi göz önüne alındığında, on dört yüzyıllık bir zaman diliminin çok kısa Bediüzzaman Said Nursi de benzer bir soruya hikmetli bir teşbih ile şöyle cevap vermiştir:
Kuran, “kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına zarar vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nispeten bin veya iki bin sene, bir seneye nispetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Kıyamet saati yalnız insaniyetin eceli değil ki onun ömrüne nispet edilip uzak görülsün.1

“Bediüzzaman, üç inkılabı azimeye dikkat çekmiştir”

: … Ama açıkça söylüyorum gelmiş geçmiş en büyük müceddid ve müçtehiddir Said Nursi. “Ben “diyor; bakın yüksek ahlakına bakın bu güzel insanın. “Ben seyyid değilim” diyor, “o gelecek mübarek kişi seyyiddir” diyor. “Ondan sonra, o ahir zamanda gelecek şahsın” diyor “Mehdi’nin pişdar, öncü bir neferiyim” diyor, “askeriyim” diyor, “herhangi sıradan bir askeriyim “diyor ve “ona ortam hazırlıyorum” diyor. Ve “geldiği vakit” diyor; “Risale-i Nur’un gerçek sahibi” diyor, “bu eserlerin gerçek sahibi O’dur” diyor ve “en iyi O anlayacak bu Risale-i Nur Külliyatı’nı “diyor. Yani “benim değerimi de en iyi O bilecek” diyor. “Risale-i Nur’un da en iyi kıymetini bilecek O’dur “diyor. İnşaAllah. Risale-i Nur’un da yine sırlarını ortaya çıkaracak Hz. Mehdi (as)’dır. Yani içi sır doludur Risale-i Nur Külliyatı’nın. Metafizik bir insandır, olağanüstüdür… “Ta hicri 1506’ya kadar, ta 1506’dan 1542’ye kadar gizli mağlubane” diyor. “Ve bir Taife-i Azam” diyor Hz. Mehdi (as)’ın talebelerine. O ayrı bir azam onları da ayrı olarak katıyor; “onlar da” diyor yani “devam edecekler” diyor. İnşaAllah. “Ve ahir zamanda yine hizbi makbuldür” diyor. “Makbul bir hiziptir” diyor. Yani “Risale-i Nur Külliyatı halen okunmaya devam edecek” diyor. “42’ye kadar “diyor. 42’den sonra ne Risale-i Nur kalıyor, ne Kuran kalacak, hepsi göğe ref ediliyor. Üç yıl kadar kepazeliklerine devam edecekler, üç yıl. Evet, 1542’den 42, 43, 44, 45. 1545’de bütün vücut sistemleri felç olacak korkunun şiddetinden. Allah diyor başları saçları bütün saçları bembeyaz olacak diyor. Yani insanın aklının alabileceği en büyük korku şokunu yaşayacaklar. Dünyanın dönüşü tersine olmaya başlıyor. “Kuran” diyor “dünyanın başından alınmasıyla” diyor, yani “dünyanın beynidir Kuran” diyor. “Alınmasıyla dünya da artık divane olur, aklını kaybeder” diyor. “Ve intizamsız hareketlerle başını başka bir seyyareye vurur” diyor. Yani bir gök taşı, büyük bir göktaşı, ama çok hacimli bir taş ki hep teğet geçiyor şu an zaten biliyorsunuz, sık sık teğet geçiyor, bu sefer teğet geçmeyecek. Vurdu mu tersine çevirmeye başlayacak Dünya’yı. Mağma, mağmanın hareketi durmadığı için, çünkü kabuk duracak; kabuk tersine dönüyor, ama mağma dönmeye devam ediyor hızdan dolayı. Mesela bir kabın içine siz su doldurursanız, onu santrifüjle hızla şey yaparsanız birden durdurursanız kabı, su dönmeye devam eder ve bu muazzam tahribat yapacak işte. Ayette de belirtilen odur; “Denizlerin yandığını görürsün” diyor. Her yerden, boğazlardan, Marmara’dan, Akdeniz’den, her yerden binlerce, on binlerce km yüksekliğe lavlar fışkırmaya başlayacak yeraltından. Her yer parçalanacak, Boğazlar açılıp kapanacak. Kısa bir süredir, ama korkunun en şiddetlisini yaşayacaklar, melekler de sürekli o anda inmeye başlayacak zaten… Ama aklın ihtiyari kalkmış artık, dönüşü yok ondan sonra inşaAllah. Seri olaylardır bunlar. Yani yoksa bu yüz yirmi yıl bundan sonra yaşanacak. Öyle bir konu yok. Nitekim gösterdim hadisleri… Üç inkılabı azimeye diyor dikkat çekiyor Üstad, biri de 1545. En şiddetlisi işte bu. Bu kıyamet. İnkılabı azime, yani büyük inkılap, büyük değişiklik ve “bununla sonlanacak “diyor. Ve “küfrün başına kıyamet kopmasına ima eder” diyor inşaAllah, Aziz Allah. (Kanal 35, 4 Ekim 2009)
 
Allah; O’ndan başka İlah yoktur. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir? (Nisa Suresi, 87)

Kuran Ahlakının Tüm Dünyaya Anlatılması

Kuran ayetlerinde, “Allah’ın sünneti” şeklinde bir ifade ile karşılaşırız. Bu ifade Kuran’da “Allah’ın kanunları” anlamında kullanılmaktadır. Ayetlerde, bu kanunların daima geçerliliğini koruduğu haber verilmiştir. Bu konudaki bir ayette Allah şöyle buyurur:
(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın. (Ahzab Suresi, 62)
İşte değişmeyen bu İlahi kurallardan birisi toplumların helak edilmeden önce peygamberler ve elçiler vesilesiyle, bazen de kutsal bir kitap gönderilerek uyarılmasıdır. Bu gerçeği bildiren bir ayet şöyledir:
Biz, kendisi için bilinen (takdir edilmiş) bir Kitap olmaksızın hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmadık. (Hicr Suresi, 4)
Tarih boyunca Allah, yıkıma uğrayan her topluma önce, elçiler göndermiş ve hakkı kendilerine bildirmiştir. Buna rağmen isyan ve azgınlığa devam edenler, kendileri için belirlenmiş süreleri dolduğunda helak edilmiş, gelecek nesiller için ibret konusu olmuşlardır. Allah’ın bu kanununu düşündüğümüzde bazı önemli sırlar ortaya çıkmaktadır.
kuran, ahir zamanKıyamet, dünya üzerindeki tüm toplumların başına gelecek son felakettir. Kuran insanların öğüt alıp düşünmesi için indirilen İlahi kitapların sonuncusudur ve kıyamete kadar tek yol gösterici olarak kalacaktır. Ayetlerde bildirildiği gibi; “… O (Kuran) alemlere bir öğüt ve hatırlatmadan başkası değildir.” (Enam Suresi, 90)
Kuran’ın sadece belirli bir zamana ve mekana hitap ettiğini zanneden insanlar ise derin bir gaflet içindedir, çünkü Kuran, tüm “alemler” için ortak bir çağrıdır.
Peygamberimiz (sav) döneminden beri Kuran hakikatleri tüm dünyaya tebliğ edilmektedir. Özellikle içinde yaşadığımız çağ, Allah’ın tarihte benzeri görülmedik teknolojik gelişmeler yaratması vesilesiyle, Kuran’ın emirlerinin tüm insanlığa duyurulabildiği bir dönemdir. Bugün bilim, eğitim, ulaşım ve iletişim alanlarındaki gelişmeler en uç noktaya varmak üzeredir. Özellikle bilgisayar ve internet teknolojileri sayesinde dünyanın dört bir yanındaki insanlar saniyeler içinde birbirleriyle konuşabilmekte, bilgilerini paylaşabilmekte ve iletişim kurabilmektedir. Bilim ve teknoloji devrimi tüm dünya ülkelerini birleştirmekte; “küreselleşme”, “dünya vatandaşlığı” gibi ifadeleri söz dağarcığımıza kazandırmaktadır. Kısacası tüm dünyadaki insanları birbirinden ayıran bütün engeller hızla ortadan kalkmaktadır.
Bu gerçekler ışığında rahatlıkla şunu söylemek mümkündür: Yaşadığımız “Bilgi Çağı”nda Allah, her türlü teknolojik gelişmeyi hizmetimize vermiştir. Müslümanların üzerine düşen sorumluluk da, Allah’ın sunduğu bu imkanları en güzel ve faydalı şekilde kullanmak, dünyanın ayak basılan her noktasında insanları Kuran ahlakına davet etmektir.

Elçiler

Allah’ın kainatın yaratılışından günümüze kadar var olan değişmeyen kanunlarından önceki bölümde bahsetmiştik. Bu İlahi kanunlardan birisi de elçi gönderilmeyen topluma Allah Katından bir azap gelmemesidir. Allah bu vaadini aşağıdaki ayetlerde şöyle haber vermektedir:
Senin Rabbin, ‘ana yerleşim merkezlerine’ onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)
… Biz bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azap edecek değiliz. (İsra Suresi, 15)
Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz. (Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır). Biz zulmedici değiliz. (Şuara Suresi, 208-209)
Ayetlerde bildirildiği gibi, Allah toplumların merkezi yerleşim birimlerine uyarıcı-korkutucu olarak elçilerini gönderir. Bu elçiler de insanlara Allah’ın emirlerini bildirirler. Ancak inkarcı toplumlar her dönemde kendilerini uyaran elçileri alayla karşılar, yalancılık, çıkarcılık, delilik gibi çeşitli iftiralarla onları suçlarlar. Ahlaksızlık ve azgınlıklarına devam eden bu toplumları Allah hiç beklemedikleri bir anda büyük bir felaket ile helak etmektedir. Nuh, Lut, Ad, Semud halklarının ve Kuran’da bahsi geçen diğer kavimlerin ibret verici yıkımları söz konusu helaka birer örnektir.
Allah bize Kuran’da elçilerini şu sebeplerle gönderdiğini belirtmiştir: Toplumu müjdelemek, insanlara sapkın inançlarını bırakıp Allah’ın dinini ve güzel ahlakı yaşamaları için önemli bir fırsat tanımak, elçilerin davetinden sonra insanların kıyamet günü ileri sürecek mazeret ve bahanelerinin kalmaması için onları uyarmak; İşte bu amaçları Allah bir ayette şöyle haber verir:
Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderildi). Öyle ki, elçilerden sonra insanların Allah’a karşı (savunacak) delilleri olmasın… (Nisa Suresi, 165)
Ahzab Suresi’nin 40. ayetinde haber verildiği gibi, Peygamberimiz (sav) son peygamberdir. Hz. Muhammed (sav), “… Allah’ın Resulü (elçisi) ve peygamberlerin (nebilerin) sonuncusudur.” (Ahzap Suresi, 40) Başka bir ifadeyle, Hz. Muhammed (sav) ile Allah’ın insanlığa gönderdiği vahiyler tamamlanmıştır. Buna karşın Peygamberimiz (sav)’in tebliğ ettiği Kuran’ın anlatılması ve hatırlatılması anlamındaki sorumluluk, kıyamete kadar tüm Müslümanlar için sürmektedir.

İslam Ahlakının Dünyaya Egemen Olması

Kuran’da sık sık bildirilen hususlardan biri azgınlıkları ve isyanları nedeniyle Allah’ın helak ettiği kavimler ve bunlardan çıkarılması gereken ibretlerdir. Sözü edilen geçmiş toplumlar ile günümüzdeki bazı toplumlar arasında büyük benzerlikler olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Hatta günümüzde, cinsel sapkınlıklarıyla tanınan Lut kavmi, dolandırıcı ve sahtekar Medyen halkı, alaycı ve kendini beğenmiş Nuh kavmi, isyankar ve azgın Semud halkı, nankör İrem halkı ve helak edilen diğer toplumların tutumlarını bile aşmış şekilde hayat sürdüren kimi insanlar yaşamaktadır. Açıktır ki, tüm bu ahlaki dejenerasyonun arkasında insanın Allah’ı ve yaratılış amacını unutması yatmaktadır.
İçinde bulunduğumuz dönemdeki cinayet, sosyal adaletsizlik, dolandırıcılık ve hırsızlık vakaları, ahlaki yozlaşma gibi olumsuzluklar insanların bir kısmını umutsuzluğa düşürmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, Allah Kuran’da “rahmetinden umut kesilmemesini” emretmiştir. Ümitsizlik, yılgınlık müminlere özgü özellikler değildir. Allah, şirk koşmadan katıksız olarak Kendisine kulluk eden, O’nun rızasını kazanmaya yönelik hayırlı işler yapan müminleri “güç ve iktidar sahibi” yapacağını müjdelemektedir:
Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaat etmiştir. Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak; kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)
Hak dini içtenlikle yaşayan salih kulların yeryüzüne mirasçı kılınmasının İlahi bir kanun olduğunu Allah şöyle bildirir:
Andolsun, Biz Zikir’den sonra Zebur’da da “Şüphesiz Arz’a salih kullarım varis olacaktır” diye yazdık. (Enbiya Suresi, 105)
“Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır).” (İbrahim Suresi, 14)
Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte Biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus Suresi, 13-14)
Musa kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki arz Allah’ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakiler içindir.” dedi. Dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da eziyete uğratıldık.” (Musa) “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler) kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek.” dedi. (Araf Suresi, 128-129)
Allah yazmıştır: “Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
Yukarıdaki ayetlerde verilen müjde ile birlikte Allah, müminlere çok önemli bir vaatte daha bulunmaktadır. İslam dini bütün dinlere üstün kılınmak için insanlığa gönderilmiştir. Allah Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur. (Tevbe Suresi, 32-33)
Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi, 8-9)
Hiç kuşkusuz Allah, vaadinin gerçekleşeceğinde şüphe olmayan ve vaadinden dönmeyendir. Sapkın felsefeleri, çarpık ideolojileri ve batıl din anlayışlarını ortadan kaldıracak, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan güzel ahlak İslam ahlakıdır. Yukarıdaki ayetlerde haber verildiği gibi, inkarcıların ve müşriklerin bu büyük müjdeyi engelleyebilmesi ise söz konusu değildir. (Bu konudaki kapsamlı çalışmamızı “Altınçağ” isimli kitabımızda bulabilirsiniz.) İslam ahlakının tam anlamıyla yaşanacağı bu dönem sevginin, fedakarlığın, yardımlaşmanın, dürüstlüğün, sosyal adaletin, güven ve huzurun hakim olacağı bir zaman olacaktır. Cennet benzeri özellikleri nedeniyle Altınçağ olarak adlandırılan böyle bir dönem bugüne kadar yaşanmamıştır. Bu kutlu dönem kıyamet öncesinde yaşanacaktır; şu an Allah’ın takdir ettiği zamanı beklemektedir.

Hz. İsa (as)’ın Yeryüzüne Dönüşü

Hz. İsa (as), Allah’ın seçkin kıldığı bir peygamberdir; dünya tarihinde hakkında en çok konuşulan elçilerden de birisidir. Allah’a şükürler olsun ki konuşulanlardan neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamamıza vesile olacak bir kaynak elimizde bulunmaktadır, o da Allah’ın koruması altında bulunan tek İlahi kitap olan Kuran’dır.
İsa Peygamber (as) ile ilgili gerçek bilgilere ulaşmak için Kuran’a başvurduğumuzda şunları görürüz:
Hz. İsa (as) Allah’ın elçisi ve kelimesidir. (Nisa Suresi, 171)
Allah kendisine “İsa Mesih” ismini vermiştir. (Al-i İmran Suresi, 45)
İnsanlığa bir ayet, bir işaret kılınmıştır. (Enbiya Suresi, 91)
Hz. İsa (as) daha beşikteyken insanlarla konuşmuş (Al-i İmran Suresi, 46),
Allah’ın dilemesiyle birçok mucize göstermiştir. Allah’ın ona lütfettiği bir başka mucizes de yetişkinliğinde yeryüzüne geri dönmesi ve insanlarla konuşmasıdır. (Al-i İmran Suresi, 49; Maide Suresi, 110)
İsa Peygamber (as) İncil’i tebliğ etmiştir. (Hadid Suresi, 27)
Üçleme yanılgısına inananlar (Allah’ı tenzih ederiz) doğru yoldan sapmış, küfre düşmüşlerdir. (Maide Suresi, 72)
İnkarcılar onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır, ama Allah bu tuzağı bozmuştur. (Al-i İmran Suresi, 54)
Hz. İsa (as)’ın ahir zamanda yeniden yeryüzüne dönüşü kıyamet için bir alamettir. (Zuhruf Suresi, 61)
Hz. İsa (as) tekrar dünyaya geldiğinde ona inanmayan hiç kimse kalmayacaktır. (Nisa Suresi, 159)
Allah, inkarcıların Hz. İsa (as)’ı öldürmelerine izin vermemiş, onu Kendi Katına yükseltmiştir. Ve tekrar yeryüzüne döneceğini insanlara müjdelemiştir. Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne dönüşü ile ilgili olarak da Kuran’da şu haberler verilir:
İsa Peygamber (as)’ı öldürmek için tuzak kuran inkarcıların onu kesinlikle öldüremediklerini Allah şöyle haber verir:
Ve : “Biz, Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa Suresi, 157)
Hz. İsa (as)’ın ölmediği insanların yaşadığı boyuttan alınarak, Allah Katına yükseltildiğini haber veren ayet şöyledir:
Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 158)
Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetinde, Hz. İsa (as)’a uyanların kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçirileceği haber verilmektedir. Günümüzden 2000 yıl kadar önce Hz. İsa (as)’a tabi olan havarilerin hiçbir siyasi güce sahip olmadıkları tarihi bir gerçektir. Bu dönem ile günümüz arasında yaşayan ve kendilerini Hıristiyan olarak adlandıranların ise başta teslis (üçleme) olmak üzere pek çok sapkın inancı savundukları, dolayısıyla gerçek anlamda İsevi olarak tabir edilemeyecekleri de açıktır. Çünkü Kuran’ın birçok ayetinde teslise inananların inkara saptıkları ifade edilir. O halde kıyamet saati öncesindeki bir dönemde, inkarcılara üstün gelecek gerçek İseviler ortaya çıkacak Al-i İmran Suresi’ndeki İlahi vaat de böylece tecelli edecektir. Kuşkusuz müjdelenmiş bu topluluk, Hz. İsa’nın yeryüzüne dönüşüyle kendini gösterecektir.
Kuran’da verilen bir diğer bilgi de Hz. İsa (as)’ın vefatından önce tüm Ehli Kitap’ın kendisine iman edeceği şeklindedir
Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona (Hz. İsa’ya) inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o (Hz. İsa) da onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa Suresi, 159)
Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, Hz. İsa (as) ile ilgili olarak henüz gerçekleşmemiş olan üç İlahi vaat vardır. İlk olarak, İsa Peygamber (as)’ın her insan gibi yaşadıktan sonra öleceği bildirilmektedir. İkinci vaat, tüm Ehli Kitap’ın onu cismani olarak göreceği ve ona yaşarken itaat edeceğidir. Şüphesiz söz konusu bu iki haber de Hz. İsa (as)’ın kıyamet öncesindeki gelişinde gerçekleşecek olaylardır. Ayetteki üçüncü haber olan Hz. İsa (as)’ın Ehli Kitap hakkındaki şahitliği de kıyamet gününde gerçekleşecektir.
Kuran’da Hz. İsa (as)’ın içinde bulunduğumuz ahir zamanda yeniden yeryüzüne döneceğini açıklayan bir diğer ayet ise Meryem Suresi’nde geçmektedir.
“Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.” (Meryem Suresi, 33)
Bu ayet Al-i İmran Suresi’nin 55. ayetiyle birlikte incelendiğinde çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Al-i İmran Suresi’ndeki ayette Hz. İsa (as)’ın Allah Katına yükseltildiği ifade edilmektedir. Bu ayette ölme ya da öldürülme ile ilgili bir bilgi verilmemektedir. Ancak Meryem Suresi’nin 33. ayetinde Hz. İsa (as)’ın öleceği günden bahsedilmektedir. Bu ikinci ölüm ise ancak Hz. İsa (as)’ın ikinci kez dünyaya gelişi ve bir süre yaşadıktan sonra, vefat etmesiyle mümkün olabilir.
Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne dönüşünü haber veren bir diğer ayet şöyledir:
Ona (Hz. İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. (Al-i İmran Suresi, 48)
Bu ayette geçen “kitap” kelimesinin neyi ifade ettiğini anlamak için konuyla ilgili diğer Kuran ayetlerine baktığımızda şunu görürüz: Tevrat ve İncil ile birlikte aynı ayette kullanılması halinde kitap, Kuran anlamını ifade etmektedir; Al-i İmran Suresi’nin 3. ayeti buna bir örnek olarak verilebilir. Bu durumda, 48. ayetteki Hz. İsa (as)’ın öğreneceği bildirilen kitap da ancak Kuran olabilir. İsa Peygamber (as)’ın bundan yaklaşık 2000 sene önceki yaşamında, Tevrat ve İncil üzerine bilgi sahibi olduğu bilinmektedir. Kuran’ı öğrenmesinin ise yeryüzüne yeniden gelişinde gerçekleşeceği açıktır.
Al-i İmran Suresi’nin 59. ayetindeki “şüphesiz, Allah Katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir” ifadesi de oldukça dikkat çekicidir. Bu ayette iki peygamber arasındaki bazı benzerliklere dikkat çekilmiş olabilir. Bilindiği gibi, hem Hz. Adem (as) hem de Hz. İsa (as) babasızdır. Ayrıca yukarıdaki ayette, Hz. Adem (as)’ın cennetten yeryüzüne indirilmesi Hz. İsa (as)’ın içinde bulunduğumuz Ahir Zaman’da Allah Katından yeryüzüne indirilmesine de benzetilmiş olabilir.
Kuran’da Hz. İsa (as) ile ilgili şöyle bir bilgi de verilmektedir:
Şüphesiz o (Hz. İsa) kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan (kıyametten) yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur. (Zuhruf Suresi, 61)
Hz. İsa (as)’ın Kuran’ın indirilişinden altı yüzyıl önce yaşadığını biliyoruz. O halde yukarıdaki ayette bildirilen, onun ilk hayatının değil Ahir Zaman’daki dönüşünün kıyamet için bir bilgi kaynağı olacağıdır. Hz. İsa (as)’ın ikinci gelişi hem Hıristiyan hem de İslam dünyasında sabırsızlıkla beklenmektedir. Bu kutlu misafirin yeryüzünü şereflendirmesiyle de çok önemli bir kıyamet alameti daha tecelli etmiş olacaktır.
Hz. İsa (as)’ın tekrar dünyaya geleceği ile ilgili bir başka delil ise Maide Suresi 110. ayette ve Al-i İmran Suresi 46. ayette geçen “kehlen” kelimesidir. Ayetlerde Allah şu şekilde buyurur:
Allah şöyle diyecek: “Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin (kehlen) iken de insanlarla konuşuyordun…” (Maide Suresi, 110)
“Beşikte de, yetişkinliğinde (kehlen) de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir.” (Al-i İmran Suresi, 46)
Bu kelime Kuran’da sadece yukarıdaki iki ayette ve sadece Hz. İsa (as) için kullanılmaktadır. Hz. İsa (as)’ın yetişkin halini ifade etmek için kullanılan “kehlen” kelimesinin anlamı “otuz ile elli yaşları arasında, gençlik devresini bitirip ihtiyarlığa ayak basan, yaşı kemale ermiş kimse” şeklindedir. Bu kelime İslam alimleri arasında ittifakla “35 yaş sonrası döneme işaret ediyor” şeklinde çevrilmektedir.
Hz. İsa (as)’ın genç bir yaş olan otuz yaşının başlarında göğe yükseldiğini, yeryüzüne indikten sonra kırk yıl kalacağını ifade eden ve İbn Abbas’tan rivayet edilen hadise dayanan İslam alimleri, Hz. İsa (as)’ın yaşlılık döneminin, tekrar dünyaya gelişinden sonra olacağını, dolayısıyla bu ayetin, Hz. İsa (as)’ın nüzulüne (yeniden yeryüzüne gelişine) dair bir delil olduğunu söylemektedirler. (Faslu’l-Makal fi Ref’I İsa Hayyen ve Nüzulihi ve Katlihi’d-Deccal, s. 20)
gülKuran ayetlerine bakıldığında bu ifadenin bir tek Hz. İsa (as) için kullanıldığını görürüz. Tüm peygamberler insanlarla konuşup, onları dine davet etmişlerdir. Hepsi de yetişkin oldukları dönemde tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Ancak Kuran’da hiçbir peygamber için bu şekilde bir ifade kullanılmamıştır. Bu ifade sadece Hz. İsa (as) için ve mucizevi bir durumu ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Çünkü ayetlerde birbiri ardından gelen “beşikte” ve “yetişkin iken” kelimeleri iki büyük mucizevi zamana dikkat çeker.
Hz. İsa (as)’ın beşikteyken konuşması Allah’ın dilemesiyle gerçekleşen bir mucizedir. Bu görülmüş bir olay değildir ve ayetlerde bu mucizevi olay birçok kez anlatılmaktadır. Bu kelimenin hemen ardından gelen “yetişkin iken de insanlarla konuşması” şeklindeki ifadenin de bir mucize olduğu anlaşılmaktadır. Eğer “yetişkin iken” ifadesi, Hz. İsa (as)’ın Allah Katına alınmadan önceki hayatına işaret ediyor olsaydı, o zaman Hz. İsa (as)’ın konuşuyor olması bir mucize olmayacaktı. Bir mucize olmadığı için de beşikteyken konuşmasının ardından ve bu mucizevi durumla eşdeğer bir anlamda kullanılmazdı. O zaman “beşikten yetişkin oluncaya kadar” şeklinde bir ifade kullanılırdı ki, bu da, Hz. İsa (as)’ın beşikte konuşmaya başlamasından göğe yükseltilmesine kadar süren tebliğini anlatmış olurdu. Ancak ayette iki büyük mucizevi zamana dikkat çekilmektedir. Bunlardan birincisi beşikteyken konuşması, ikincisi ise yetişkin iken konuşmasıdır. Dolayısıyla mucizevi bir döneme işaret eden “yetişkin iken” ifadesi, Hz. İsa (as)’ın mucizevi bir şekilde tekrar yeryüzüne döndükten sonraki dönemde, yetişkin iken insanlarla konuşmasıdır.
Hz. İsa (as)’ın yeryüzüne ikinci kez gelişi hakkındaki bilgiler Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde de mevcuttur. Peygamberimiz (sav)’in birçok hadisinde bu müjdenin yanı sıra Hz. İsa (as)’ın dünyada yapacakları ile ilgili haberler de bulunmaktadır. Bu konu hadisler doğrultusunda, elinizdeki kitabın “Hz. İsa (as) ve Sahte Peygamberler” bölümünde incelenmektedir. (Daha geniş bilgi edinmek isteyenler “Hz. İsa Gelecek” isimli kitabımızdan faydalanabilir.)
Burada önemli bir konuyu daha hatırlatmakta yarar vardır: Hz. Muhammed (sav) Allah’ın insanlara gönderdiği son peygamberdir. Allah Peygamberimiz (sav)’e Kuran’ı vahyetmiş ve kıyamete kadar tüm insanları Kuran’a uymaktan sorumlu tutmuştur. Hz. İsa (as) da Ahir Zaman’da bir mucize olarak dünyaya gelecek, ancak Peygamberimiz (sav)’in de bildirdiği gibi, yeni bir din getirmeyecektir. Peygamberimiz (sav) tarafından insanlığa öğretilen hak din Kuran’da bildirilen İslam dinidir ve Hz. İsa (as) da yeryüzüne ikinci gelişinde Kuran’a tabi olacaktır.
Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde bildirildiğine göre, Hz. Mehdi (as) da ahir zamanda zuhur edecek ve Hz. İsa (as) ile birlikte İslam ahlakını yeryüzüne hakim edecektir. Bu iki kutlu insanın vesile olmasıyla yeryüzündeki tüm zulüm ve haksızlıklar sona erecek; dünyaya adalet, barış, sevgi, huzur ve güven yerleşecektir.

Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) Bu Yüzyılda Gelecektir

Her yüz senede bir din ahlakını bidatlerden kurtarmak ve yenilemek için Allah tarafından bir zatın gönderildiği, Sünen-i Ebu Davud, Mektubat-ı Rabbani gibi büyük ve muteber ehli sünnet alimlerinin eserlerinde açık bir şekilde belirtilmiştir:
Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre; Resulullah (sav) şöyle buyurmuş: Gerçekten Aziz ve Celil olan Allah her yüz senenin başında şu ümmetin dinini bidatten (dine sonradan karışmış batıl uygulamalardan) ayıracak, yenileyecek (ilim sahibi) bir zatı gönderir. (Sünen-i Ebu Davud, 5/100)
Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen hadislerde ahir zamanda zuhur edeceği müjdelenen Hz. Mehdi (as)’ın çıkış zamanı olarak ise Hicri 1400 yılı verilmiştir:
“İnsanlar 1400 senesinde Hz. Mehdi (as)’ın yanında toplanacaklardır.” (Risaletül Huruc-ül Mehdi, s. 108)
Bu 100 yıllık sürede İslam ahlakı belli bir süreç içinde tüm dünyaya hakim olacak, din ahlakına karşı mücadele veren deccaliyet sistemi ise tamamen ortadan kalkacaktır. Ancak aşağı yukarı 100 sene kadar sürecek olan bu yükselme döneminin ardından yani Hicri 1500’lerle birlikte Dünya yeniden bir bozulma sürecine girecektir. Ehl-i Sünnetin büyük hadis ve fıkıh alimlerinden biri olan İmam Ahmed İbni Hanbel gibi birçok alimin birbirlerinden naklettikleri bir hadiste Peygamberimiz (sav) kendine kadar dünyada geçen zamanın 5600 yıl olduğunu bildirerek insanlık tarihinin başlangıcı hakkında önemli bir bilgi vermiştir:
Ahmed İbni Hanbel İlel’inde nakletti. İsmail b. Abdülkerim, Abdüssamed’den O da Vehb’den rivayet etti: Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir zaman, sf. 89)
Diğer yandan başka birçok hadiste ise dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğuna dair açık izahlar bulunmaktadır:
Enes Malik ‘den tahric etti. O dedi ki, Resulullah (sav) buyurdu: Dünyanın ömrü, ahiret günlerinde yedi gündür. Allah-u Teala buyurdu ki: Rabbin Katında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. Kim bir din kardeşinin Allah yolunda bir ihtiyacını görürse, Allah Teala onun için gündüzlerini oruçla, gecelerini de ibadetle geçirmişcesine şu dünyanın yedi bin yıllık ömrü müddetince sevap yazar. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, sf. 88)
Dakkak b. Zeyd-ü Cüheni ‘den rivayet ettiler: Ben gördüğüm bir rüyayı Resulullah (sav)’e anlattım. Bu rüyada Peygamber (sav) yedi basamaklı bir minberin en üst basamağında idi: O buyurdu ki, Yedi basamaklı gördüğün minber şu dünyanın ömrü olan yedi bin senedir. (Ali B. Hüsameddin el-Muttaki, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, 89)
Hicri 1300’ün ve son bin yılın en büyük müceddidi olan Üstad Said Nursi Hazretleri ise İslam ahlakının hakimiyet süresi için Hicri 1500’leri vermiştir. Üstad bu tarihlere kadar ki dönemin Müslümanların açık ve aşikar galibiyet dönemleri olacağını ifade etmiştir. Bundan sonraki yıllarda ise İslam ahlakının dünya üzerindeki yükseliş döneminin sona ereceği ve kafirler için bir kıyamet kopmasının Hicri 1545 itibariyle söz konusu olacağını söylemiştir. (Doğrusunu Allah bilir.)
“Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (kıyamete kadar) hak üzerinde olacaktır.” “Ümmetimden bir taife..” fıkrasının (bölümünün) makam-ı cifrîsi (cifir hesâbına göre olan netice, sayı değeri) 1542 (2117) ederek nihayet-i devamına (varlığının sonuna) îma eder. “Hak üzerinde olacaktır.” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1506 (2082), bu tarihe kadar zâhir ve aşikârane (açık ve ortada), belki galibane; sonra tâ 1542 (2117) ye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine (aydınlatma görevine) devam edeceğine remze (işarete) yakın îma eder. “Allah’ın emri gelinceye kadar” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1545 (2120), kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder. (Kastamonu Lahikası, s. 33)
Büyük Ehl-i Sünnet alimi Berzenci Hazretleri de dünyanın ömrünün Hicri 1600’e ulaşmayacağını yani Hicri 1500’lü yıllar içinde kıyametin kopmasının Allah’ın izniyle beklendiğini ifade etmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Bu ümmetin ömrü bin seneyi geçecek, fakat bin beş yüz seneyi aşmayacaktır.. (Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muhammed b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)
Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen hadise dayalı olarak Suyuti Hazretleri ise yaptığı açıklamada şöyle belirtmektedir:
“Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek.” (Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’l-İlel, sh. 89)
Peygamberimiz (sav)’in hadislerinden ve büyük İslam alimlerinin açıklamalarından da açıkça anlaşıldığı üzere, içinde bulunduğumuz Hicri 1400’ler Hz. İsa (as)’ın gelişi ve Hz. Mehdi (as)’ın zuhur çağıdır. Bu yüzyılda Hz. Isa (as) yeniden yeryüzüne gelecek, Hz. Mehdi (as) zuhur edecek ve İslam ahlakı yeryüzüne hakim olacaktır.


Ay’ın Yarılması

Kuran’ın 54. Suresi’nin adı olan “Kamer”in Türkçe karşılığı “Ay”dır. Bu surenin büyük bir bölümünde, kendilerine gönderilen peygamberlerin “uyarılarını yalanlayan” Nuh, Ad, Semud ve Lut halkının, Firavun ve çevresinin başlarına gelen yıkımlar anlatılır. Aynı zamanda birinci ayette kıyamet vakti ile ilgili çok önemli bir haber verilir:
Saat (kıyamet saati) yakınlaştı ve Ay yarıldı. (Kamer Suresi, 1)
Ayette kullanılan “yarmak” fiilinin Arapça karşılığı “şakka”dır. Bu kelimenin Arapça’da farklı anlamları bulunmaktadır. Bazı Kuran tefsirlerinde “ikiye yarılmak” manası tercih edilmektedir. Bununla birlikte, “şakka” kelimesi Arapça’da “toprağı sürme, toprağı kazma” anlamlarında kullanılmaktadır.
İkinci anlamına örnek olarak, Abese Suresi’nin 26. ayetinde geçen kullanımını verebiliriz:

Biz, şüphesiz, suyu akıttıkça akıttık. Sonra yeri yardıkça yardık. Böylece onda taneler bitirdik, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar. (Abese Suresi, 25-29)
Açıkça görüldüğü gibi, bu ayetteki “şakka” ifadesi “yerin ikiye yarılması” manasında değil, “çeşitli bitkilerin yetişmesi için toprağın sürülerek yarılması” anlamında kullanılmıştır. İşte tam bu noktada, 1969 yılına geri döndüğümüzde Kuran’ın çok büyük bir mucizesiyle karşılaşmaktayız. Kamer Suresi’nde on dört yüzyıl öncesinden haber verilen ayet, 20 Temmuz 1969’da Ay yüzeyinde yapılan çalışmalar ile gerçekleşmiştir. Amerikalı astronotların Ay’a ayak basarak, Ay toprağı üzerinde bilimsel araştırmalar yapmaları, taş ve toprak örnekleri toplamaları ayın yarılması ayetindeki ifadelere tam olarak uymaktadır.
Astronotlar Ay yüzeyinde bulundukları süre boyunca bilimsel çalışma ve deneyler yapmışlar, 22 kilogram ağırlığında taş ve toprak örneği toplamışlardır. Bu numuneler daha sonra büyük bir ilgi odağı olmuştur. NASA’nın raporlarında halkın örneklere gösterdiği alakanın, muhtemelen 20. yüzyıldaki diğer uzay araştırmalarının topladığı ilginin üstünde olduğu belirtilmiştir.2
aya çıkış
1- Sabah Gazetesi, 01 Eylül 2007, 2- Akşam Gazetesi, 10 Ekim 2009,
3- Habertürk, 19 Haziran 2009, 4-Hürriyet Gazetesi, 19 Ekim 2009
Bununla birlikte 2009 yılının Ekim ayı içerisinde de ayette bildirilen bu olaya işaret eden bir gelişme daha yaşanmıştır. Ay’da su aramaları yapan NASA, Ay’ı bombalamış ve 9000km’lik hızla gerçekleşen bu çarpmanın etkisiyle 350 ton ağırılında bir toz bulutu oluşmuştur. Yani, Ay’ın yüzeyi bir kez daha yarılmıştır. Ayette haber verildiği gibi “Saat’in” yani Hz. İsa (as)’ın gelişinin, Hz. Mehdi (as)’ın zuhurunun, Dabbetü’l-Arz’ın çıkışının, kıyametin kopmasının yaklaştığı vakitte Ay yarılmıştır. Görüldüğü gibi bu ayette, Peygamber Efendimiz (sav)’in Allah’ın takdiriyle gösterttiği Ay’ın yarılması mucizesinin dışında söz konusu olaylara da işaret edilmektedir.
Şunu da belirtelim ki, sözü edilen alameti haber veren ayetlerin devamında çok önemli bir ihtar vardır. Bu ayetlerde, Allah Katından gelen işaretlerin insanları gaflet ve hatalarından döndürecek büyük fırsatlar olduğu, bu uyarıları gördükleri halde yalanlayanların “ne tanınmış-ne görülmüş” bir gün olarak tanıtılan kıyamet günü diriltildiklerinde pişman olacakları hatırlatılmaktadır:
Saat (kıyamet saati) yakınlaştı ve Ay yarıldı. Onlar bir ayet (mucize) görseler, sırt çevirirler ve “(Bu) süregelen bir büyüdür” derler. Yalanladılar ve kendi hevalarına (istek ve tutkularına) uydular; oysa her iş ‘sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır.’ Andolsun, onlara (kendilerini şirkten ve bozulmalardan) caydırıp vazgeçirtecek nice haberler geldi. (Ki her biri) Doruğunda-olgunlaşmış hikmettir. Fakat uyarmalar bir yarar sağlamıyor. Öyleyse sen onlardan yüz çevir. O çağrıcının ‘ne tanınmış, ne görülmüş’ bir şeye çağıracağı gün… Gözleri ‘zillet ve dehşetten düşmüş olarak’, sanki yayılan çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki: “Bu, zorlu bir gün”. (Kamer Suresi, 1-8)

30 Mart 2016 Çarşamba

HİNDİSTAN HAKKINDA İLGİNÇ BİLGİLER

  • 1.200.000 nüfusu ile dünyanın en büyük 2. nüfusuna sahiptir.
  • Yüz ölçümü bakımından dünyanın 7. ülkesidir.
  • Dünyanın en büyük demokrasisi olarak adlandırılıyor.
  • Hintliler tuvalette sol elini kullandıklarından sol elleriyle yemek yemezler.
  • Kumbh Mela (Büyük Sürahi Festivali) her 12 yılda bir kutlanan Hindu dini bayramıdır. 2001 yılında bayrama 60 milyon katılımla dünyanın en büyük toplanma rekorunu kırmışlardır.
dünyanın en büyük toplanma rekoru
  • Hindistan dışına para birimi olan Rupi çıkması yasaktır.
  • Yılda 32.000 kişiden fazla cinayet vakası gerçekleşir.
  • Dünyada en fazla kürtajın yapıldığı ülke Hindistandır. 
  • Bir milyondan fazla milyoner vardır ülkede.
  • % 35'i yoksulluk sınırının altında bir çoğu da günde 2 dolara geçimlerini sürdürüyorlar.
  • Ülkedeki Zerdüştler ateş, toprak, su ve havaya zarar vermesin diye ölülerinin Towers of Silence ( Sessiz Kuleler) adı verdiklere yerlere atıyorlar.
Towers of Silence
  • İnekler Hindistan'da yedi anneden biri olarak kabul edilir, iyi şansın sembolü olarak gördüklerinden ülkede rahatça dolaşabilirler.
  • Kuduz ülkede devamlı görülen bir hastalıktır.
  • Bir kadının kocasına ismiyle hitap etmesi saygısızlık olarak görüldüğünden söylenmez.
  • Dul kalan bir kadın kötü şans olarak görülür. Bunun nedeni iyi kadının neden kocası ölmüş olsun düşüncesidir.
  • Orjinal anlamı chaturanga olan satranç Hindistan'da doğmuştur.
chaturanga
  • Hindistan bayrağının ortasındaki amblem Budist inancındaki Dharma Chakra ya da yaşam tekerliğinin sembolüdür.
  • Hayvanlarında bulunduğu erotik heykeller tapınakları süslemek için kullanılır.
  • Dünyanın ilk pamuğu Hindistan'da dokunmuştur.
  • Fasulye ve nohut üretiminde dünyanın en büyük üreticisidir.
  • Hindistan'da giyim toplumsal sınıflandırma olarak görülür.
  • Ülkede 150.000 postane ile dünyanın en büyük posta ağına sahiptir.
  • Bengal Kaplan'ı Hindistan'ın ulusal hayvanıdır.
Bengal Kaplan

  • Pentium'un babası Vinod Dham ve Hotmail'in kurucularından Sabeer Bhatia Hintli teknoloji uzmanlarındandır.
  • Dünya dinlerinin hepsi Hindistan'da görülür. Ayrıca Hinduizm, Budizm, Jainizm, Sihizm gibi dinler ise bu ülkede doğmuştur.
  • Ülkenin %80'ni Hindu, %13 Müslüman %7'si ise diğer dinlerdendir.
  • Dünyanın en çok filmi Hindistan'da üretilir.
  • Mumbai 15 milyon nüfusuyla Hindistan'ın en büyük şehridir.
  • Hindistan'nın bağımsızlık lideri Mohanda Karamchand Gandhi'nin doğum günü olan 2 Ekim ülkede ulusal bayram kabul edilir.
Mohanda Karamchand Gandhi
  • Hindu geleneğinde kadife çiçeği evlilik için mutluluk ve iyi şansı temsil eder.
  • Hindistan'ın en popüler sporu Krikettir.
  • Ulusal meyvesi Mango'dur.
  • Tarihçilere göre ilk kaydedilen plastik cerrahi antik Hint kaynaklarında bulunur.
  • Resmi dilleri Hintçe ve İngilizcedir. Ayrıca 17 farklı dil ve 1.652 lehçe konuşulmaktadır.
  • Dünyanın en çok süt üreten ülkesidir.
  • 4 milyon kilometrelik yol ağı ile dünyanın en büyük üçüncü karayol ağına sahiptir.
  • Vedik döneminde yapılan at kurban etmek kralın egemenliğini onaylamak için yapılır.
  • Cenaze törenlerinde siyahın aksine beyaz giyilir.
  • Yaz, sonbahar, kış, ilkbahar, yaz musonu ve kış musonu olmak üzer 6 mevsim yaşanır.

doğa ve coğrafya

Doğa ve İnsan


DOĞA VE COĞRAFYA
1.DOĞAL UNSURLAR
İnsanoğlu var olduğu günden beri çevresindeki doğal unsurlarla devamlı etkileşim içindedir. Doğada bulunan insanoğlunun elinin değmediği ve değiştirmediği her şey doğal unsur olarak adlandırılır. Doğal unsurlara örnek olarak; akarsu, dağ, ova, iklim, deniz, gökyüzü, taş verilebilir. Akarsu doğal unsurdur ama akarsu üzerine kurulan baraj doğal unsur değildir. İnsan elinin değdiği her şeyi yapay unsur olarak adlandırabiliriz. Taşın kendisi doğal unsurdur, taştan yapılan bir köprü doğal unsur değildir. Çünkü artık insan eli değmiştir. Doğal unsurların dünyadaki dağılımı insan yaşamı ve faaliyetleri üzerinde doğrudan etkilidir. Çok sıcak bölgede yaşayan insanların giyim ve ekonomik faaliyetleri ile çok soğuk bölgede yaşayan insanların giyim ve ekonomik faaliyetleri birbirinden çok ayrıdır.

 
  Akarsu doğal unsur.                                  Baraj yapay unsur.

 2.MUHTEŞEM DÖRTLÜ (DOĞAL ORTAMLAR)

Doğal unsurlar, dört doğal ortam içinde bulunurlar. Bu doğal ortamlar atmosfer, biyosfer, litosfer ve hidrosferdir. Bunlara muhteşem dörtlü adı da verilir.
Atmosfer(havaküre):Dünyamızı saran gaz küreden oluşur. Canlıların hayatlarınınım devamı için önemlidir. Yağmur, bulut, şimşek gibi doğal unsurlar bu doğal ortam içinde yer alır. Tüm iklim olayları atmosferde gerçekleşir.
Biyosfer(canlılar küresi):İnsan, bitki, hayvan ve diğer tüm canlılar biyosferi oluşturur. Canlıların yaşam süreçleriyle ilgili tüm olaylar biyosferde gerçekleşir.
Litosfer(taşküre):Kayaçların oluşturduğu doğal ortamdır. Kayaçların çözünmesi sonucu toprak örtüsü oluşur. Erozyon, heyelan, tüm tarım faaliyetleri litosferde gerçekleşir.
Hidrosfer(suküre):Okyanus, deniz, göl, akarsu ve tüm su kaynakları hidrosfer içinde yer alır.
Bu dört doğal ortam sürekli birbiriyle bağlantılıdır, birbirlerini tamamlarlar.
Coğrafya temelde fiziki coğrafya ve beşeri coğrafya olarak ikiye ayrılır. Şimdiki konularımız fiziki coğrafya kapsamında yer almaktadır.

 FİZİKİ COĞRAFYA ALT DALLARI

Doğal ortamın unsurları ile doğal ortamda meydana gelen ve insan topluluklarını etkileyen doğal olaylar, fiziki coğrafyanın konularıdır. Fiziki coğrafyanın başlıca dalları şunlardır:
Jeomorfoloji (Yer şekilleri Bilimi): Yer şekillerinin oluşumunu, gelişimini, bunların yerin yapısındaki taşlarla ve iklimle ilişkilerini araştıran fiziki coğrafya dalıdır.
Hidrografya(Sular Coğrafyası): Yer altı yer üstünde bulunan tüm su varlığın inceleyen bilim dalıdır.
Klimatoloji (İklim Bilimi): Dünyamızda görülen tüm iklim olayları, iklimi oluşturan elemanları, iklimlerin dağılışı inceleyen bilim dalıdır.
Biyocoğrafya (Canlılar Coğrafyası): Yeryüzünde bulunan bitki ve hayvan topluluklarını, bunların birbirleriyle ilişkilerini dağılışlarını, diğer doğal ortamlarla etkileşimlerini inceleyen bilim dalıdır.
Pedoloji(Toprak Bilimi):Toprakların oluşum ve dağılışını İnceler. Coğrafi etmenler ile toprak arasındaki bağlantıyı araştırır.
 
                                                          Fiziki Coğrafya Bölümleri

COĞRAFYANIN DİĞER BİLİMLERLE İLİŞKİSİ
 Coğrafya; dünyayı oluşturan doğal ve yapay unsurlar ile bu unsurlara ait ortamlar arasındaki etkileşimi incelerken diğer bilim dalları ile de ortak çalışır. Coğrafyanın etkileşim halinde olduğu diğer bilim dalları aşağıda sıralanmıştır.
Astronomi: Uzay bilimi, uzay çalışmaları
Biyoloji: Bitki ve hayvanlar âleminin incelenmesi
Botanik: Bitkileri inceleyen bilim dalıdır.
Demografi: Nüfusun artışını dağılışını, nüfus hareketlerini inceleyen bilim dalıdır.
Ekonomi: Tarımsal, madensel, hayvansal ve tüm ekonomik faaliyetlerin yapılması, dağılışı.
Fizik: Dünyadaki fizik kanunlarını inceler(yer çekimi, kütle)
Hidroloji: Suyu inceleyen bilim dalıdır.
Jeofizik: Yerkürenin fiziksel özelliklerini inceler
Jeoloji: Yerin yapısını inceleri
Kimya: Suyun oluşumu, su döngüsü, çözünme, çökelme olaylarında
Matematik: Sayısal coğrafyada matematiksel işlemlerden yararlanılır
Meteoroloji: Hava durumunun incelenmesi, günlük iklim olayları(sıcaklık,basınç,yağış,nem,rüzgar)
Petrografi: Taşları inceleyen bilim dalıdır
Pedoloji: Toprak ve oluşumunu inceler
Tarih: Tüm tarihi olaylar bir coğrafi mekân üzerinde olmuştur mekânın özellikleri, iklimi, coğrafi konumu
Zooloji: Hayvanları inceleyen bilim dalıdır
  
 
 Coğrafyanın yararlandığı bilim dalları


 COĞRAFYANIN UYGULADIĞI İLKELER
 Coğrafya hayatımızdaki merak ettiğimiz birçok sorunun cevabını vermektedir. Bu soruların cevabını verirken coğrafyanın neden-sonuç ilişkisine göre uyguladığı ilkeler vardır. Bu ilkeler: 
*Neden sorusu
*Dağılış
*İlişki-Bağlılık
Bu ilkeler sayesinde coğrafi unsurların cevabını daha çabuk buluruz. Ör: Çöl bölgelerinin bulundukları yerler, oluşum nedenleri, dağılışları, başka yerlerde benzer durumlar var mı?

 

29 Mart 2016 Salı

insan hakkları

İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına,
İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları oralak ilan edilmiş bulunmasına,
İnsanin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına,
Uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini teşvik etmenin esaslı bir zaruret olmasına,
Birleşmiş Milletler halklarının, Antlaşmada, insanın ana haklarına, insan şahsının haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine olan imanlarını bir kere daha ilan etmiş olmalarına ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya, daha geniş bir hürriyet içerisinde daha iyi hayat şartları kurmaya karar verdiklerini beyan etmiş bulunmalarına,
Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile işbirliği ederek insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyada gerçekten saygı gösterilmesinin teminini taahhüt etmiş olmalarına,
Bu haklar ve hürriyetlerin herkesçe aynı şekilde anlaşılmasının yukarıdaki taahhüdün yerine getirilmesi için son derece önemli bulunmasına göre,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
İnsanlık topluluğunun bütün fertleriyle uzuvlarının bu beyannameyi daima gözönünde tutarak öğretim ve eğitim yoluyla bu haklar ve hürriyetlere saygıyı geliştirmeye, gittikçe artan milli ve milletlerarası tedbirlerle gerek bizzat üye devletler ahalisi gerekse bu devletlerin idaresi altındaki ülkeler ahalisi arasında bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri amacıyla bütün halklar ve milletler için ulaşılacak ortak ideal olarak işbu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilan eder.

İNGİLİZCE VERSİYONU
Whereas recognition of the inherent dignity and of the equal and inalienable rights of all members of the human family is the foundation of freedom, justice and peace in the world,
Whereas disregard and contempt for human rights have resulted in barbarous acts which have outraged the conscience of mankind, and the advent of a world in which human beings shall enjoy freedom of speech and belief and freedom from fear and want has been proclaimed as the highest aspiration of the common people,
Whereas it is essential, if man is not to be compelled to have recourse, as a last resort, to rebellion against tyranny and oppression, that human rights should be protected by the rule of law,
Whereas it is essential to promote the development of friendly relations between nations,
Whereas the peoples of the United Nations have in the Charter reaffirmed their faith in fundamental human rights, in the dignity and worth of the human person and in the equal rights of men and women and have determined to promote social progress and better standards of life in larger freedom,
Whereas Member States have pledged themselves to achieve, in cooperation with the United Nations, the promotion of universal respect for and observance of human rights and fundamental freedoms,
Whereas a common understanding of these rights and freedoms is of the greatest importance for the full realisation of this pledge,
Now, therefore,
The General Assembly,
Proclaims this Universal Declaration of Human Rights as a common standard of achievement for all peoples and all nations, to the end that every individual and every organ of society, keeping this Declaration constantly in mind, shall strive by teaching and education to promote respect for these rights and freedoms and by progressive measures, national and international, to secure their universal and effective recognition and observance, both among the peoples of Member States themselves and among the peoples of territories under their jurisdiction.

İNSANOĞLU, HAYVANLARI NEOLİTİK ÇAĞ’DAN BERİ EVCİLLEŞTİRİYOR...

12 bin yıllık beraberlik 

Mağaradan yuvaya, insanoğlu tam 12 bin yıldır hayvan dostlarıyla birlikte yaşıyor. Bu uzun süreç hayvanların büyük bir çoğunluğunu kendi ihtiyaçlarına uygun olarak dönüşüme uğrattı. Kurtlar, bize en sadık yara tıklar olan köpeklere, yabani koyun olarak tanımlanan "muflon"lar ise bizi eti ve sütüyle besleyen koyunlara dönüştüler...
Evcil hayvanlar olmadan
Bir an düşünün... Sütümü­zü, yumurtamızı, tereyağı­mızı, peynirimizi, etimizi, ayakkabılarımız için deri­leri, yastık ve yorganlarımız için tüy­lerini veren evcil hayvanlardan yok­sun bir dünyada yaşasaydık, halimiz ne olurdu? Kabus gibi bir rüya değil mi?
Evcil hayvanlar olmadan, bugün belki de en basit ihtiyaçlarımızı bile karşılamamız mümkün değil... Oysa, evcilleştirme öyküsünün başladığı günlerde, insanoğlunun bu yaratıkla­ra beslenme, örtünme gibi basit ge­reksinmelerle yaklaşmadığını görü­yoruz. Kimbilir, belki de ilk insan, sanıldığından çok daha fazla akıllı ve ekonomi bilgisi sahibiydi... 

İlk evcilleştirilmiş hayvanlar 12 bin yıl önce Ortadoğu'da görülüyor
Evcilleştirmenin ilk adımları, bun­dan tam 12 bin yıl önce, Neolitik Çağ'da görülüyor. İlk evcilleştirilmiş hayvanlara Ortadoğu'da, özellikle Suriye ve Filistin'de rastlanıyor, in­san göçleriyle birlikte Avrupa ve As­ya'ya yayılıyor. Ancak şaşırtıcı olan, insanoğlunun böyle bir çabaya gir­mesinin nedeninin, beslenmeyle uzaktan yakından alakası olmaması... Gerçekten de, Neolitik Çağ'ın insan­ları, bugün bile yakalayamadığımız, müthiş bir bolluk içinde yaşıyorlardı. Avcılık, onlara ihtiyaçlarının çok üs­tünde et sağlıyordu. Ayrıca, doğa bu­günkü kadar kirlenmiş ve tahrip edil­miş değildi; bu nedenle sebze, mey­va ve ot konusunda da en küçük bir problemleri yoktu.

Peki ama, madem kıtlık diye bir problem tanımıyorlardı, neden bü­yük bir çabaya girişerek bazı hay­vanları evcilleştirmeyi denediler?
Kimileri bu noktada "örtünme ge­reğini giderme" konusunu gündeme getiriyor. Ancak bilimsel veriler bu­nu da doğrulamıyor. Bir kere, av hayvanları onlara örtünebilecekleri kadar deriyi sağlıyordu. Ayrıca, yü­nü kullanmasını bilmiyorlardı. Zaten bilmeleri de olanaksızdı; çünkü o dö­nemde yaşayan vahşi koyunların yünleri yoktu.
Bu durumda son olasılık olarak, insanoğlunun yer değiştirirken ula­şım amacıyla bazı hayvanları evcil­leştirdiği iddiası kalıyor. Bu da pek inandırıcı değil... İnsanoğlunun ula­şım nedeniyle eşeği, atı ve deveyi evcilleştirmeye başladığı tarih yakla­şık M.Ö. 3000 yılları... Oysa evcil­leştirmenin başlangıcı ise M.Ö. 12.000 yıllarına kadar uzanıyor. Kı­sacası insan, 9.000 yıl boyunca baş­ka nedenlerle havyanları evcilleştir­meyi sürdürmüş...

Etnologlara göre, evcilleştirme şöyle bir evrim izliyor:
M.Ö. 12.000 yılında insan, ilk olarak köpeği,
M.Ö. 7000 yıllarında domuzu ve ke­çiyi,
M.Ö. 6300-6500 yıllarında inek ve koyunu,
M.Ö. 3500 yıllarında ke­diyi ve
M.Ö. 3000 yıllarında da at, eşek ve deveyi evcilleştiriyor.

Bugüne kadar evcilleştirmeyle il­gili üç teori ortaya atılmış bulunuyor
Tarımsal faaliyet
Birinci teoriye göre, hayvanların ev­cilleştirilmesi, tarımsal faaliyetten hemen sonra başlıyor. Fransız etno­loglar, genel olarak bu teoriyi savu­nuyorlar. Tarlalardaki ürün, bazı hayvanların dikkatini ve iştahını ka­bartıyor ve tarlalardaki ürüne saldırmaya başlıyorlar. İşte bu noktada, iki ihtiyaç birden ortaya çıkıyor: Birin­cisi, tarımsal artığın tüketilmesi ve tarlalardaki artıkların temizlenmesi... İnsanoğlu bu ihtiyaca cevap vermek için köpek ve domuzu evcilleştirme­ye başlıyor. İkinci ihtiyaç ise, tarla­lardaki ürünün "hırsız hayvanlardan" (manda,inek gibi) korunması... İnsa­noğlu bu hayvanları sağ yakalayıp evcilleştirmeyi, tarlaların çevresine çitler örmekten daha ekonomik bulu­yor.
Batıl bazı inançlardan ve pratiklikten
Alman ekolünün savunduğu ikinci teoriye göre ise, hayvanların evcil­leştirilmesi tamamıyla "batıl bazı inançlardan ve pratiklikten" kaynak­lanıyor. Şöyle ki; ilk vahşi inekler, süt vermedikleri halde boynuzları hi­lal biçimindeki ayı anımsattığı için evcilleştirilmişlerdi. Yine atalarımız, vahşi kümes hayvanlarının yumurta­sından yararlanmıyordu. Ama onla­rın kendilerini sabahları bir saat gibi uyandırdıklarını da görmüşlerdi.
Sosyal statü
Bir grup etnolog ise, hayvanların evcilleştirilmesini "sosyal statü" ola­yıyla açıklıyor: "Hayvanlar evcilleş­tiriliyordu; çünkü, fazla hayvan sayı­sı kişinin zenginliğini simgeliyordu" diyorlar. Nitekim bu etnologlar, ev­cilleştirilen ve etlerinden yararlanılan hayvanların ancak çok yaşlandıkla­rında öldürüldüklerini ileri sürüyor­lar ve Kenya'da yaşayan Massai kabilesini örnek gösteriyorlar. Bu kabi­ledeki tek zenginlik kaynağı, insanla­rın sahip oldukları hayvan sayısı... Bunun için de, hayvanlarını kesinlik­le öldürmüyorlar, hatta onların sağlık durumuyla çok yakından ilgileniyorlar. Hayvanın bir tek, arada sırada kanını alıyorlar ve bunu sütle karıştı­rıp içiyorlar. Hayvanın zenginlik ve güç simgesi olarak görülmesi, sadece çok eski toplumlara özgü bir olay de­ğil. Ortaçağ Fransa'sında, bir kentin bayrağındaki "beyaz dana" simgesi­ne özenen bir başka Fransız kenti "siyah at" nesli üretmek için seferber oluyor. Bir başka ilginç örnek de, hayvanlarla ilgili kitap basımına baş­landığında, tüm Avrupa'da önce etin­den yararlandığımız hayvanların de­ğil, "safkan" bazı türlere ilişkin jene­olojik kitapların basılması... Bu da, insanın hayvanları evcilleştirirken, onun zenginlik ve statü simgeleyen özelliklerini dikkate aldığının bir göstergesi... Ancak, her üç teorinin de ortak bir noktası var: Neolitik Çağ'ın insanı, karşılaştığı hayvanları artık sadece avlayıp yemeyi düşün­müyor, onunla başka ilişkilere girme arzusu duyuyordu.
Şu ana kadar, atalarımızın hangi gerekçelerle evcilleştirme ihtiyacı duyduğunu gördük. Peki ama bu işi nasıl başardılar? İlk evcilleştirilen hayvan olan kurtun öyküsüne bir göz atalım... 
Kurtlar avcıları takip edip bıraktıkları artıkları yiyorlardı
Fransız etnolog Achilles Gautier'e göre, vahşi kurtlar avcı gruplarını iz­liyordu ve onların geride bıraktıkları artıkları yiyorlardı. Zamanla birlikte avlanmaya ve birbirlerine daha ya­kınlaşmaya başladılar. Bu arada, bul­dukları terkedilmiş kurt yavrularını oturdukları mağaralara taşıdılar. Bu yavruları emzirerek evcilleştirme ve köpeğe dönüştürme yolunda ilk adımları attılar. Domuzların ataları olan yaban domuzlarının da emzirme yoluyla evcilleştirildikleri tahmin ediliyor. Uzun yıllar Yeni Gine'de görev yapan etnolog Raymond Pujol, bu adada bugün bile bazı domuz yavrularının kızılderiler tarafından emzirildiklerini ileri sürüyor.
Ancak emzirme, evcilleştirmenin ilk aşaması, tamamı değil... Çünkü bu hayvanların "beslenmesi" diye bir kavram henüz gelişmiş değil. Nite­kim, emzirme yoluyla sahibine alı­şan hayvanlar giderek insanların ya­şadığı mekanların yanıbaşında avlan­maya başlıyorlar. Sürü kavramının ise, vahşi hayvanların davranış bi­çimlerinin gözlenmesinden doğduğu tahmin ediliyor. Onların toplu halde hareket ettiklerini ve bir lideri izle­diklerini gören insanlar, evcilleştir­dikleri hayvanları sürü haline dönüş­türmeyi düşünüyorlar.
Ancak, atalarımızın bu genel çiz­giler dışında, son kertede her hayvan için özel bir evcilleştirme programı uyguladıkları söylenebilir. Nitekim Eskimolar, Ren geyiğini evcilleştir­mek için bu hayvanın üstüne işerler­di.  Mineral tuzlar açısından çok zen­gin olan insan idrarını yalamaktan büyük bir haz duyan Ren geyiği, bir süre sonra insanların yanından ayrıl­maz olmuştu.
 

Evcilleştirmek için mümkün olduğunca az hareketli hayvanları tercih ettiler...
Atalarımıza göre, "evcilleştirile­cek ideal bir hayvan portresi" söz ko­nusu muydu? İnsanoğlunun genel olarak meraklı, canlılardan korkma­yan, doğal konumundayken de grup halinde yaşamayı tercih eden hay­vanlara karşı yakınlık duyduğunu görüyoruz. Bildiğimiz bir başka nok­ta da, evcilleştirmek için mümkün olduğunca az hareketli hayvanları tercih etmeleri... Bunun nedeni, yük­sek çitlerin pahalıya mal olması... Bu nedenle atalarımız, yalnız yaşamayı ve bölgesinden ayrılmamayı seven karaca ve geyiği hiçbir zaman evcil­leştirmeyi düşünmediler. Birkaç kez geyik konusunda girişimlerde bulun­dularsa da, esarette stresten öldüğünü görünce onu yeni­den ormanına gönderdi­ler.

Vahşi hay­vanların çoğu yo­k olma tehlikesiyle karşı karşıya...
Dün evcilleştirmek için atalarımı­zın büyük emekler verdiği hayvanları acaba bugün yete­rince koruyabiliyor muyuz? Vahşi hay­vanların çoğu yo­k olma tehlikesiyle karşı karşıya... Evcil hayvanlar cep­hesinde de işlerin çok iyi gittiği söy­lenemez.
Örneğin, horoz döğüşü nedeniyle "kümesin dayısı" horozu yakında belki sadece ders kitaplarında göre­ceğiz. Ancak, bu dostlarımızı tehdit eden en büyük tehlike, insan nüfu­sunun dengesiz artışı... 3000 yıl içinde, insan nüfusunun 2 milyon­dan 100 milyona çıktığı tahmin edi­liyor. İnsan nüfusundaki bu artış, beraberinde daha fazla ekili alan ve daha fazla toplu hayvan üretimini getirdi. Ekili alanların artışı nede­niyle hayvanların yaşam alanı azalmaya başladı. Ama asıl önemli­si, toplu hayvan üretiminin, insanın evcil hayvan ile olan dostluğunu gölgelemesi... Çiftliğinde 20 bin ta­vuk besleyen bir çiftçinin, tek tek bir evcil hayvana atalarımız gibi sevgiyle bakması mümkün mü?

Birlikte yaşamanın aşamaları
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar, kendi yiyecek­lerini bulmak, kendilerini savunmak ve kendi kendine türünü devam ettirmek zorundadır. Evcil hayvanlar ise, insanın yardımı olmadan bütün bunla­rın üstesinden tek başlarına gelemezler. Ancak, ev­cilleştirme çok genel bir kavram... Aslında bu sürece üç aşamadan geçilerek varılıyor:
1. Hayvan yetiştiriciliği: Bu süreç, insan ile hayvan arasında birebir ilişkiyi gerektirmeyen bir aşama... İnsanoğlu, yakınlaştığı hayvanı sürüler halinde yetiş­tirmekle yetiniyor, bu sürünün içindeki hayvanlarla tek tek ilgilenmiyor.
2. Eğitim ve terbiye aşaması: Burada insanın tek tek bir hayvanla ilgilendiğini görüyoruz.
3. Evcilleştirme: Bu aşamada artık bir tek hayvan de­ğil, bir hayvan türü söz konusu... İnsanoğlu, birebir ya­kınlık kurduğu, deneyimleriyle bunu gerçekleştirdiği hayvanın türünü evcilleştirme çabasına giriyor. Bazı biyologlar, eğitim ile evcilleştirme süreçleri arasında bir farklılık olmadığını iddia ediyorlar. Evcilleştirmenin, mutlaka eğitimi gerektirdiğini ileri sürüyorlar. Bir baş­ka grup biyologa göre ise, bir hayvan eğitilebilir, yetişti­rilebilir, ancak evcilleştirilmesi mümkün olmayabilir. Bunun en tipik örneği ise, bazı vahşi hayvanların sirk­lerde gösteri yapacak kadar eğitilmesi, ama türlerinin vahşi niteliğini korumalarıdır...

 


Evcilleştirirken dönüştürdüklerimiz... 
Evcil hayvanlar dejenerasyona uğ­ramış yaratıklar mı?
Hayvanları evcilleştirirken, insa­nın doğal ayıklanma sürecine müdahale ettiği bir gerçek... Yani insan, bir anlamda hayvan ile dış dünya arasında bir filtre görevi gö­rür. Hayvanı bir yuvaya yerleştire­rek, o türü iklimin ve diğer yırtıcı hayvanların kötülüklerinden korur. Yine, evcilleştirdiği hayvanın sağlı­ğıyla yakından ilgilenir, onu besler. Bu arada üretimini de kontrol altına alır. Ancak bütün bu müdahaleler, hayvanın genlerinin doğal gelişimi­ni sınırlandırır. İşte, bu noktadan hareket eden bazı doğa bilimciler, evcil hayvanları dejenerasyona uğ­ramış yaratıklar olarak nitelendiri­yorlar. Onlara göre, bu hayvanlar doğal bir çevrede kesinlikle varlık­larını sürdüremezler.


Evcilleştirme ile birlikte, hayva­nın anatomisinde ve davranışların­da önemli değişiklikler ortaya çı­kar
Örneğin, sığırın vahşi ataları iki metre boyundaydılar. Oysa 2000 yıl sonra evcilleştirilmeye başlan­dıklarında sığırlar 1 metre 20 san­tim'e düştüler. Bugün ise, sığırın boyu ortalama 90 santim... Evcilleş­tirmenin hayvanları şişmanlattığı da görülüyor. Bunun nedeni, tem­bellikten kaynaklanan yağ biriki­mi... Bugün 19 kilo ağırlığa ulaşan erkek hindilerin, dişilerini dölleme­leri olanaksız hale gelmiş bulunu­yor.

Evcilleştirme hayvanların bey­nini de etkiliyor
Bugün evcil hay­vanların beyni, vahşi atalarınınkin­den yaklaşık yüzde 20 daha hafif... Rus biolog Beljaev, gümüş tüylere sahip tilkilerin, 14 kuşak sonunda bir salon köpeği kadar uysallaştık­larını söylüyor. Bu hayvanların ku­lakları düşmüş, tüyleri arasında le­keler meydana gelmiş, çeneleri da­ralmış ve bacakları kısalmış. 

Evcilleştirmenin bir sonucu da, hayvanların fazla uysal ve hareketsiz yaratıklara dönüşme­si...
Saldırganlıklarını yitiriyorlar, kulak ve kuyruklarını istedikleri gibi kullanamıyorlar. Oysa hayvanlar­da, yön tayini ve hareketlilik için kuyruğun çok büyük önemi olduğu biliniyor. Bu bağlamda, evcilleştir­me hayvanı önemli doğal savunma mekanizmalarından da yoksun bırakan bir süreç... Kısacası, hay­vanları evcilleştirirken, insan onların doğal evrimini de yönlen­diriyor. Daha doğmadan milyonlar­ca hayvan "Büyük birader" insanın kontrolüne giriyor. 

Ormanları sıcak bir yuva için terketti
Köpek, özünde bir kurttur... En evcil köpek türü olan Kanişler bile, zaman zaman vahşi atalarını anımsatan davranışlar gösterebilirler. Köpek insanın ilk evcilleştirdiği hayvanlardan biridir. Bazı biyologlar köpeğin evcilleştirilmesini 10.000, diğerleri ise 13.000 yıl öncesine kadar götü­rüyorlar. Üstelik köpek, farklı farklı yerlerde, aynı anda evcilleştiriliyor. Avru­pa'da Avrupa kurdu, Asya'na Hint ve Çin kurdu insan tarafından köpeğe dö­nüştürülüyor.  

Köpek ile atası kurt arasındaki temel farklılıklar ise şunlar:
Beyin farkı: Köpeğin beyni, kurt beynine oranla yüzde 34 daha hafiftir. Kö­pekte, insanoğlu onu avlanırken yanında taşıdığı için zamanla koku duyusu gelişirken, işitme duyusu gerilemiştir. Oysa vahşi niteliğini sürekli koruyan kurtlar çok gelişmiş bir işitme duyusuna sahiptir. Nitekim, diğer hayvanlardan kendisini bu duyusunun uyarılarıyla korur.
Morfoloji farkı: Bugün dünyada yaklaşık 230 köpek türü bulunuyor. Bütün bu türleri, morfolojik düzeyde kurttan kesinlikle ayıran noktalar şunlardır: Da­ha küçük kesici dişler, daha yay biçiminde geriye kaykılmış ayaklar ve kurtun öne doğru uzayan kafa yapısı yerine daha yuvarlak bir kafa yapısı...
Davranış farkı: En önemli fark, köpeğin havlamasıdır. Atası kurtlar ise ulurlar. Havlama, köpeğe tehlike anında kendilerini uyarması için insanlar ta­rafından öğretilmiştir. Kurtlar genel olarak sürü halinde yaşarlar ve aile kavramı çok gelişmiştir. Oysa köpek, sadece sahibiyle yetinebilmektedir.

 

Dün deri veriyordu, bugün yün
Avrupalılar koyunu evcilleştirmeyi, çok korktukları komşuları Türk­ler'den öğrendiler. Bugün yeryüzünde bir milyar koyun yaşıyor ve bu koyunlardan yılda 4 milyar kilo yün elde ediliyor. Bir Merinos ko­yunu, yılda yaklaşık 8 bin kilometre yün üretiyor. İnsanoğlu, koyunu böylesine bir yün fabrikasına dönüştürmek için tam 8000 yıl en tüylü olan atalarını evcilleştirmeye çalıştı ve tüysüz örneklerini de resmen katletti. Örneğin, yün yerine derisinden yararlandığı vahşi koyunun türü, bugün hemen hemen tükenmiş durumda. İşte, kısa tüylü atasıy­la yünlü koyun arasındaki temel farklar:
Beyin farkı: Koyunun beyni, atası vahşi koyundan tam yüzde 20 oranında daha küçük... Ayrıca, nöron sayısı da atasına oranla çok da­ha az... Bu nedenle ağır ve oldukça tepkisiz bir hayvan...